20 Eylül 2015 Pazar

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim - Joanne Greenberg



Kitabın Özgün Adı: I Never Promised You A Rose Garden (1964)
Yazar: Joanne Greenberg
Çeviren: Nesrin Kasap
Yayınevi: Metis Yayınları
Yayın Yılı – Yeri: Temmuz 1996 – İstanbul (11. Basım) / 1. Basım: 1989, İstanbul


Genç yaşta geçirdiği akıl hastanesi deneyimlerini cesurca ve içtenlikle romanlaştıran Joanne Greenberg, bize, resmi olarak “akıl sağlığı yerinde olanlara” yani “normaller”e, hiç bilmediğimiz bir dünyayı gösteriyor. On altı yaşında genç bir kızın, yaşadığı topluma, çevresindeki dünyaya tutunamama ve kendi benliğine bile yabancılaşma süreci bu roman.

Romanın kahramanı Deborah, daha çocukluktan başlayan bir bunalımın pençesinde, kendine yeni ve gizli bir dünya yaratmıştır: “Yr Krallığı” dediği ve Yrece denilen gizli bir dilin konuşulduğu bir krallık... Burada Tanrı Anterrabae, Tanrı Lactamaeon, Tanrıça Idat gibi hayali dostları vardır. Deborah çok geçmeden, kendi söylemiyle bu krallığın “hem prensesi hem tutsağı” olacaktır.

Bir akıl hastasının, gerçek dünyadan kaçmak için yarattığı ve sonsuz huzuru, dinginliği bulabildiği bir cennettir Yr Krallığı. Aslında hayal kurmak, en yaygın savunma mekanizmalarından biridir. Lakin hayaller, gerçek yaşamla aramızdaki bağları koparmaya başladığında ve gerçekliğin üzerine çıkmaya başladığında, toplum tarafından “öteki”leştiriliriz ve sonuç olarak “deli” damgası yeriz. İşte genç Deborah, yarattığı hayal aleminde aynen böyle bir sonuçla karşılaşacaktır. Zihninde sakladığı hayali dünyayı başkalarına açık etmemek için beyninde “Sansür” adlı bir oluşum yaratacak, bu oluşum genç kızı giderek etkisi altına alacak ve “kuyu”nun en dibine kadar sürükleyecektir. Deborah'ın iç dünyasına indikçe, bir insanın çocukluk anılarının, korkularının, hatta ırksal geçmişinin (yazarın kendisi ve dolayısıyla Deborah Yahudi kökenlidir) insanın psikolojik yapısını ne derece etkileyebileceğini görüyoruz.

Deborah, Yr Krallığı'ndaki tanrılarla ve Sansür'le -aslında akıl hastalığıyla- çetin bir mücadeleye girecektir. Çünkü genç kız, normaller dünyasına dönmeyi hem istemekte hem de bu dünyadan korkmaktadır. Birbirine zıt bu iki duygu arasında bocalayacak, hastaneden kurtulmak ve sağlıklı bir “dünyalı” olabilmek için ruhuyla ve zihniyle çok zorlu bir savaş verecektir.

Romanda, akıl hastanesinin gerçekçi tasvirleriyle, akıl hastalarının dünyasıyla, hasta-doktor ilişkisiyle ilgili pek çok şey dikkati çekiyor. Deborah'ı normaller dünyasına adapte etmekte en büyük yardımcı Doktor Fried, akıl hastanesinin müzmin konukları Carla, Miss Coral, Lee Miller, Sylvia; Deborah'ın ebeveynleri Jacob, Esther ve kardeşi Suzy, kitabın diğer dikkat çekici karakterleri.

Kitap yayınlandığı zaman, eleştirmenler tarafından en çok eleştirilmiş yanı olan “biyografik” olması, aslında bir eksiklik değildir. Tam tersine, akıl hastalığını bilmeyen, bir akıl hastanesine hiç gitmemiş bir kişiden daha iyi bir anlatımı vardır Joanne Greenberg'in. Biyografik ögeler taşıması ise sanatsal yönünü hiçbir şekilde eksiltmemiştir.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim; yazarı Joanne Greenberg'in deneyimlerinden süzdüğü, akıl hastalığının, akıl hastanesinin ve akıl hastalarına karşı toplumsal bakışın romanı.

"Acıtma yalnızca kuramsal bir şeydir (...) Asıl acıtan şey, kendinden başka herkesin yaşamını yönlendiren güçlerce tekmelenip dışlanmak, yıllarca deli olarak yaşamak, kimseye bir şeyi anlatıp kendine inandıramamak. Ne zaman kuramsal bir tümör sancısıyla iki büklüm olsam, neden böyle bir sanı olamayacağını anlatacak bir profesör mutlaka çıkar. Ve nezaket gereği, farklı bir deneyime dayanan bir iki iğne yaparlar..." (sf. 211).



Yazarın Kişisel İnternet Adresi: mountaintopauthor.com



28 Temmuz 2015 Salı

Ateşin Efendisi Şaman - Harald Braem



Kitabın Özgün Adı: Der Herr des Feuers: Roman eines Schamanen (Münih, 1994)
Yazar: Harald Braem
Çeviren: Arzu Güloğlu Alarslan
Yayınevi: Yurt Kitap-Yayın
Yayın Yılı – Yeri: 2012 – Ankara, 2. Baskı


Müstakbel şamanın ruhu, büyük bir çam ağacının tepesinden dünyaya gelecek. Çamın dalları aşağıya bakıyor. Bu ağacın tamamı, en alt dallarından en tepesine kadar, kuş yuvalarıyla dolu olacak. Ruhları üst dallarda bulunan yuvalarda dünyaya gelen şamanlar, ruhları aşağıdaki yuvalarda dünyaya gelecek olanlardan daha güçlü ve önemli olacaklar, çünkü uçmasını ilk öğrenen onlar olacaklar.” (sf. 115)

Alman yazar, tasarımcı ve akademisyen olan Harald Braem, karşılaştırmalı mitoloji üzerinde pek çok kitap kaleme almıştır. Türkçe'ye çevrilen bu romanı, Türk, Moğol, Sibirya halklarının mitolojilerini barındıran zengin öğelerle dolu.

Bokan adında sıradan bir adam, kuzeyde, ren geyikleriyle birlikte göç eden bir kabilenin insanıdır. Sibirya'nın bu soğuk köşesinde asırlardır geyiklerin göç yollarını takip eden bu tayga insanları, Bokan için giderek yabancılaşacaktır. Bokan, sık sık görmeye başladığı rüyalar sonucu kendini obasından ayıracak ve sihirli bir yolculuğa çıkacaktır.

Şamanlık yolunda bu çetin yolculukta, ona nehir kıyısındaki ihtiyar ustası şaman yardımcı olacaktır. Hem fiziki hem ruhani olan bu yolculuğu sırasında Uss adındaki bozkurt ona yoldaşlık edecektir. Bokan, “bir kurt gibi koşmayı” öğrenecek; onu yolundan çevirmek isteyen Şeytanların Başı Şagram, Ayaz ve Kıskançlık gibi iblislerle mücadele edecektir.

Şaman Bokan, nehir kıyısındaki balıkçı halkların, bozkırın savaşçı Moğol kabilelerinin, “Yassı Burunlar” diye adlandırılan güneyli halkların arasında hem kendini arayacak hem kaderinin peşinden gidecektir.

Mitolojinin ruhani dünyasında bizleri yolculuğa çıkaran bu romanda, ayrıca şamanın aşkına da tanık oluyoruz. Nehir kıyısındaki balıkçı köyünde tanıştığı Sungari adlı kıza aşık olan Bokan, tüm bu zorlu yolculuğu boyunca onun varlığından kuvvet bulacaktır. Artık tek amacı yaratılışının sırrına ermek, yaşam amacını bulmak ve Sungari'yi elde edebilmek olacaktır. Tabi öncelikle karla kaplı dağları, uçsuz bucaksız bozkırı, korkunç ormanları, vahşi savaşçı kabileleri ve onu yolundan çevirmeye çabalayan iblisleri yenmesi gerekecektir.

Braem, romanıyla bizleri insan kemiklerinden elbise giyen açlık cinlerinin, şamanlara yardımcı olan iyi ruhların, kötülük için yaşayan iblislerin, vahşi bozkır savaşçılarının ve şamanların yaşadığı Sibirya'ya, Orta Asya'nın sonsuz bozkırlarına götürüyor. Mitoloji severler için es geçilmemesi gereken bir eser.

* * *

Zamanın başlangıcında, henüz dünya çok gençken, insanların ataları ve kurtlar birlikte ava çıkarlardı. Sonra ateş geldi ve yolları ayrıldı. Kurtlar bu zamanları hâlâ çok iyi hatırlarlar, fakat insanoğlu bunların çoğunu çoktan unuttu.” (sf. 92)

* * *


Toprak, su ve hava: Bunlar dünyayı oluşturan üç maddedir. Dördüncü madde ise onlardan oluşmaktadır: Ateş. Ateş, her şeyi değiştirir; toprağı, suyu, havayı, odunu, demiri ve tüm bunların birazına sahip olan insanları bile...” (sf. 145)


22 Temmuz 2015 Çarşamba

Şark Kedisi - Annemarie Schimmel



Kitabın Özgün Adı: Die Orientalische Katze (1991)
Yazar: Annemarie Schimmel (1922-2003)
Çeviren: Senail Özkan
Yayınevi: Ötüken Neşriyat
Yayın Yılı – Yeri: 2009 – İstanbul, 1. Baskı


Şark kedileri... Küçük kalkık burunlu, ipek saçlı İran kedicikleri, kibirli Siyam kedileri, altın renkli Abbasi kedileri yahut çikolata tonunda kahverenkli Birmanya kedileri...” (Önsöz'den).

Alman Profesör Annemarie Schimmel, Dinler Tarihi Uzmanı ve Doğubilimcidir. Doğu medeniyetinin, özellikle İslam Medeniyeti'nin üzerine eğilmiş ve pek çok değerli eser vermiştir. Bu kitapta ise Türk, İran, Arap, Hint, Pakistan, Kuzey Afrika Müslüman topluluklarının geleneklerindeki ve yaşamlarındaki kedilerin, kedi olgusunun üzerine eğilmiştir.

Müslüman dünyasında, ta Eski Mısır'dan beri gelen mistik kedi sevgisi, Peygamber Hz. Muhammed'in hadisleriyle ve anlatılarıyla da birleştirilerek gelenekleşmiştir. Peygamber'in kedi sevgisi, kedileri seven sahabesine “Ebu Hureyre” (Kedilerin Babası) adını takması ve bunun gibi pek çok dini anlatı kitabın konuları arasında.

Ebu Hureyre'nin kedisi de burada
Mırlar, kuyruk sallar efendisine
Zira o mübarek bir hayvandır daima
Peygamber sırtını okşadı bir defa. (sf. 11)

(Goethe'nin Doğu Batı Divânı'ndan...)

Kediler, zeki, çevik aynı zamanda sevimli; tüm bunların yanında pek çok kez büyü ve hatta şeytanla bağdaştırılmış hayvanlar olmuştur. Bu yüzden İslam kültüründe yazarların, şairlerin onlara farklı bakış açıları geliştirmeleri normaldir. “Mesnevî”nin yazarı Mevlânâ, “Hirre-nâme”(Kedi Şiiri)'nin yazarı Meâlî, Hint şairi Mirza Garip, Arap şairi Ebu Şamakmak gibi birçok şair ve yazar, bu sevimli, küçük yaratıklar için övgü ve yer yer yergi niteliğinde sözler kaleme almıştır.

Kediler çevikliklerinden dolayı övülen, hırsızlıklarından dolayı çekinilen, munis ev dostluklarından dolayı sevilen ve tekinsiz yaratılışlarından dolayı korkulan varlıklardır.” diyor Profesör Schimmel (sf. 84).

Bu kitapta, İslam dünyasında kediler hakkında söylenen halk deyişleri, atasözleri, masallar, övgüler ve hicivler yer almıştır. Onlar kimi zaman nankörlükle suçlanıp hicvedilse de çoğunlukla iyi birer ev dostu ve yoldaş olmuşturlar. Hatta Osmanlı şairi Meâlî, ölen kedisi için “Hirre-nâme” adında bir mersiye dahi yazmıştır.

Kedi severlerin ilgiyle okuyacağı, güzel bir kaynak kitap niteliği taşıyor bu eser. Doğu dünyasının kedilere bakışını özetleyen, halk anlatıları, şiir parçaları ve kısa masallarla süslü bir “kedi kitabı”...

İster Doğu'da ister Batı'da olsun kedi birçok insan için sadık bir arkadaş ve yoldaştır; onların yalnızlığına ortak olur, maskaraca atlama ve sıçramalarıyla neşelendirir, fareleri kovar ve çok hoş mırıldanır, hatta tıpkı çizme giymiş bir erkek kedinin yaptığı gibi, sahibine mutluluk veren her türlü olağanüstü işler yapar ve bazen de sahibi için bizzat kendini feda eder.” (sf. 98).



15 Temmuz 2015 Çarşamba

İki Kasım Bin Dokuz Yüz Kırk Üç - Halimat Bayramuk




Kitabın Özgün Adı (Karaçay Türkçesi): Ontört Cıl (On Dört Yıl, 1990). Kitap Türkiye Türkçesine “İki Kasım Bin Dokuz Yüz Kırk Üç” adıyla çevrilmiştir.
Yazar: Halimat Bayramuk (1917-1996)
Yayınevi: Ötüken Neşriyat
Yayın Yılı - Yeri: 1995 - İstanbul, 1. Baskı
Türkiye Türkçesine Çeviren: Dr. Yılmaz Nevruz


... Çok eski devirlerden beri onların cetleri atayurtlarında, taş altından toprak sağlayarak çalışmışlar ve onu çok düşmanlardan korumuşlardı. “Karaçay, Mingitav'ın eteklerinde kimseye zarar vermeden, kendi emeğiyle yaşayan bir halktır. Dürüstlüğüyle, güzelliğiyle, yiğitliğiyle ün kazanmıştır.” sözlerini Lev Tolstoy söylemiştir (sf. 76).

2 Kasım 1943 tarihinde, bir gece yarısında başladı Karaçay Türklerinin sürgün öyküsü. Kimisi Kazakistan'a, kimisi Kırgızistan'a, kimisi Özbekistan'a sürgün edildi. Bandit (Haydut) damgası yediler, hor görüldüler, aç bırakıldılar... Rejime boyun eğmeyenler Sibirya'da çalışma kamplarına sürgün edildi. Nice aydın, genç beyin kurşuna dizilerek yok edildi.

Kendisi de bu acı sürgünü yaşamış olan Başçıkızı Halimat Bayramuk, Karaçay insanının acılarını romanda en gerçekçi şekilde dile getirmiştir. 14 yıl süren acı sürgün, bütün Karaçay nesillerinin üzerinde kara bir gölge olarak kalmıştır. Aslında sadece Karaçayların değil, Çeçenlerin, İnguşların, Kalmukların, Malkarlıların, Tatarların; yani bütün Kafkas halklarının acı tarihidir bu roman.

Romanın başkahramanı, yirmi beş yaşındaki Majaykızı Gokka'dır. O da kendi devrinin Sovyet gençliği gibi “Devrim” aşkıyla ve inancıyla yetiştirilmiş, Stalin'i ilah gibi görmüş bir kuşağın çocuğudur. Genç bir kız olmasına rağmen kısa ömrünü savaş cephelerinde harcamış ve bundan bir an olsun pişmanlık duymamıştır. Asker üniforması ve göğsündeki Sovyet madalyası onun yaşama sebebidir adeta.

Gokka, Stalin'e, Sovyet rejimine, devlete sonsuz bir inanç ve güvenle bağlıdır. O kara gün, sürgün günü geldiğinde olanlara asla inanamaz. Sürgün edilen halkının Stalin tarafından yeniden yurtlarına döndürüleceği inancını kalbinde taşır hep. Çünkü böyle yetişmiştir; Stalin demek “adalet” demektir. O, dünya proleterlerinin ölmez lideridir.

Sadece Gokka değil, aslında bütün halk Sovyet rejimine, Lenin'e ve Stalin'e sonsuz bir güvenle bağlıdır. Sürgün gecesi çaresiz halk, adeta tutunacak bir dal aramaktadır: “... Bu sırada bir kadın ayağa kalkarak köy sovyetinin duvarında asılı duran Lenin ile Stalin'in resimlerine kolunu uzatarak onlardan dilekte bulunmaya başladı. O, onların sadece birer resim olduklarını belki de idrak edemiyordu. Ona başkaları da katıldılar. Bu çaresizliği görmemek için insan canına kıyabilirdi...” (sf. 51).

Sürgünde geçirdiği 14 yıl, Gokka'nın inancını bulandırmayı zor da olsa başarabilecektir. İnsanlar, taptıkları Stalin'in ve kızıl rejimin gerçek yüzünü görecektir. Tabi geride yılların kara lekesini ve kırgınlıklarını da bırakarak...

Roman kahramanı Gokka, atayurduyla birlikte anasını, babasını, kardeşlerini ve sevdiği adamı da kaybedecektir sürgünde. Tüm acılar, Karaçay Türkünün daha 1930'lu yıllarda başlayan çilesinin birer devamıdır. Sovyet rejimi, tüm Kafkas halklarına, Orta Asya'daki Türk halklarına, hatta Ruslara; bu coğrafyada yaşayan ve rejimle bağdaşmayan herkese acı getirmiştir.

Kırım Tatar Türklerinin büyük yazarı Cengiz Dağcı'nın kitaplarında anlattığı Tatar Türkünün acıları ve sürgündeki çilelerini hatırlatır bize bu kitap. Aynı şekilde İran'da acı çeken Azerbaycan Türklerini, Çin'de zulüm gören Uygur Türklerini de hatırlarız. Nice yazar, aynı Halimat Bayramuk gibi Türkün acılarını, çilelerini, asırlardır süren mücadelelerini yazmıştır böyle. İşte bu romanı da ibret alarak, bütün ezilen Türk kardeşlerimizin hatıralarını hatırlayarak okumalıyız.



13 Mart 2015 Cuma

Kyoto - Yasunari Kavabata



Kitabın Özgün Adı: Kyoto (İngilizce'ye “The Old Capital” (1987) olarak çevrilmiştir).
Yazar: Yasunari Kavabata
Yayınevi: Cem Yayınevi
Yayın Yılı-Yeri: 1983-İstanbul, 1. Baskı
Türkçe'ye Çeviren: Esat Nermi


Japon Edebiyatı'nın dünyaca tanınan, özgün yazarlarından biri; Yasunari Kavabata. 1968 yılında “Nobel Edebiyat Ödülü”nü alan ilk Japon yazar olarak ülkesini gururlandırmıştır (Kenzaburo Oe 1994 yılında, bu ödüle layık görülen ikinci Japon olmuştur).

Kavabata, ülkemizde de romanları ve hikayeleriyle tanınan bir yazardır. 1962 yılında yazılan “Kyoto” adlı roman Türkçe'ye “Kiyoto”, “Kiraz Çiçekleri” ve “Kyoto: Eski Kentte Yeni Sevgililer” adlarıyla çevrilmiştir ve birçok farklı yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Bu lirik, şairane, buram buram Japon ruhu kokan romanı, diğer iki meşhur romanı Karlar Ülkesi (1935) ve Bin Beyaz Turna (1949) ile birlikte yazarına Nobel'i getirmiştir.

Romana ismini veren Kyoto şehri, Japonya'nın bin yıllık imparatorluk başkentidir. Ülkenin güneyindeki bu kadim şehir, yazarın romanında arka plan olmaktan çıkarak adeta bir karaktere bürünmüştür. Romanın kahramanları hayatlarına devam ederken, şehir de kendi dinamizmi içinde bin yıllık geleneklerini, değişmeyen mevsimlerini sırasıyla yaşamaktadır.

Kahramanımız Çieko, kumaş toptancısı Takiçiro Sata ve karısı Şige tarafından bulunmuş ve evlatlık edinilmiş genç bir kızdır. Çieko'nun tekdüze ama huzur içinde süren hayatı, yıllar sonra ikiz kardeşi Naeko'yu bulunca hareketlenecektir. Kızkardeşi Naeko, Sedirler Köyü'nde ormancılıkla uğraşan bir aile tarafından yetiştirilmiş bir taşralıdır. Çieko ise şehirli ve iyi yetişmiş bir genç kızdır. İkisini ayıran kader, onları farklı sosyal sınıflara savurmuştur. Tabi ikizleri düşündürecek sorunlar bununla bitmez; aralarında bir de erkek vardır: Hideo...

Kahramanların ruhsal tasvirlerini başarıyla veren Kavabata, onların psikolojik geçişlerini Kyoto şehrinin mevsimleriyle adeta sembolize etmiştir: Baharda çiçek açan menekşeler, kiraz ağaçları, şaşırtıcı renk ve çeşitlerle dolu olan Japon bahçeleri, dağları kaplayan heybetli sedir ağaçları, Kyoto'nun bir açıp bir kapayan kararsız havası... Hepsi ustaca kitaba serpiştirilmiştir.

Olaylar devam edip kahramanlarımız hayatını olağan sürecinde yaşarken, bizler de onlarla beraber şehri gezeriz. Bayramlar ve şenlikler şehri Kyoto'nun bitmeyen eğlencelerine tanık oluruz: Çığırlar Bayramı, Ebegümeci Bayramı, Ateş Tanrısı Bayramı, Gion Şenliği, Daymonci Şenliği, Giyokusui Şenliği... Eski başkentin görkemli tapınaklarına girip çıkar, çayhanelerde* geyşaların danslarını seyreder, çay törenlerindeki seramonileri şaşkınlıkla takip ederiz. Kitap bizi, “Mikado”ların* kadim başkentinde tura çıkarır adeta.

Kavabata, Japon ruhunun naif, ağırbaşlı, sanatçı tarafını bize yudum yudum vermiş bu eserinde. Kimonoların desenleriyle, obilerin(kuşakların) renkleriyle, çayların sıcaklığıyla kendimizden geçmememiz mümkün değildir.

Uzak Doğu'nun en sevimli milletinin hayatına girmek, az da olsa onlarla yaşayabilmek gerçekten bu iki yüz sayfada mümkün olabiliyor. Kavabata ile Kyoto'yu yaşamaya hazır mısınız?


* * * * *


Mikado: Japon imparatorlarının unvanı. Japon halkı daha çok “Tenno” unvanını kullanır.
Çayhane: Geyşaların, müşterilerine servis yaptığı, hizmet ettiği mekanın kibarca söylenişi.


16 Şubat 2015 Pazartesi

Kappa - Ryunosuke Akutagawa




Kitabın Özgün Adı: Kappa (Japonya'da ilk baskı 1927. İlk defa 1947'de İngilizce'ye çevrildi).
Yazar: Ryunosuke Akutagawa
Yayınevi: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları
Yayın Yılı-Yeri: Mayıs 2010-İstanbul, 1. Baskı
Türkçe'ye Çeviren: Oğuz Baykara

Kappa; Japon folklorunda nehirlerde yaşayan, el ve ayakları perdeli, kafalarının üst kısmı tabak gibi düz, hayali varlıklardır (Arka Kapak). 77 sayfalık bu uzun öykünün kahramanı (hikayede adı belirtilmiyor), Hotakayama Dağı'na tırmanır. Aşırı sis yüzünden yolunu kaybedince kappaların ülkesinde bulur kendini. Bu yaratıkların ülkesi, insanların dünyasından çok farklıdır. Adetleri, alışkanlıkları, kanunları, velhasıl her şeyleri insanlarla zıttır. Kappaların dili de başkadır. Kahramanımız burada kalıp Kappaca öğrenecek ve o ülkenin vatandaşlığına geçecektir.

Derileri bukalemunlar gibi renk değiştiren, bir metrelik boyları ve ördek gagası gibi ağızlarıyla kappalar yazarımızın, zamanının siyasi ve sosyal dünyasını eleştirmek için yarattığı birer modeldir. Kappalarda dişiler erkeklerin peşinden koşar; işten atılan bir işçi kappanın etini patronları yer; çirkin ve genetik hastalığı olan kappalarla evlendirilmek için güzel kappalar seçilir gönüllü olarak... İşte tüm bu ilginç detaylar, kahramanımız ile kappa dostlarının konuşmaları sırasında irdeleniyor ve insanların dünyasındaki çarpıklıklarla, modern dünyanın çıkmazlarıyla karşılaştırılıyor.

Kapitalizm, aile baskısı, kadın erkek ilişkileri, dini yaşam, siyasi sansürcülük ve baskı, bu ilginç hikayenin irdelediği ve okuyucuya da düşünme fırsatı verdiği başlıklardan yalnızca birkaçı... Bizim edebiyatımızda İsmail Gaspıralı'nın “Darürrahat Müslümanları” öyküsünde idealleştirilmeye çalışılan ütopik toplum, Akutagawa'da ise mitoloji ve halk masallarıyla birleştirilmiş. Kappaların yaşamını insanların yaşamına tercih eden kahramanımız; bir bakıma enteresan ama samimi olan kappaları, medeni denilen ama ikiyüzlü olan insanların yaşamına yeğliyor.

Ryunosuke Akutagawa, Japon öykücülüğünün babası olarak görülmektedir. Japonya'da onun adına bir de hikaye ödülü verilmektedir. 1892'de Tokyo'da doğan yazar, 24 Temmuz 1927'de intihar etmiştir. 35 yıllık kısa yaşamına pek çok öykü, roman, gezi yazısı, anı ve eleştiri sığdırmayı başarmıştır. Onun en önemli öykülerinden olan “Raşomon” ve “Ormanın Sıklığında”, ünlü Japon yönetmen Akira Kurosawa tarafından birleştirilmiş ve 1950 yılında “Raşomon” adıyla film yapılmıştır.

* * *

“Rabbimiz bu dünyayı bir gün içinde yarattı... Dünyayı yarattıktan hemen sonra, yeryüzündeki ilk dişi olan Kappa Anamızı yarattı. Kappa Anamızın yalnızlıktan canı sıkılmaya başlamıştı... İlahi Rabbimizden kendisine bir erkek kappa vermesini niyaz etti. Rabbimiz onun bu haline acıdığı için, Kappa Anamızın beyninden bir parça alarak erkek kappayı, yani Kappa Babamızı yarattı. Ve onlara şu ayeti kerimeyi indirdi:

Zevkine payan yoktur bu işin
Yiyin için ey kullarım, sevişin...” (sf. 63)


Ryunosuke Akutagawa (1892-1927)



2 Şubat 2015 Pazartesi

Gönül Hanım - Ahmed Hikmet Müftüoğlu



Kitabın Tam Adı: Gönül Hanım
Yazar: Ahmed Hikmet Müftüoğlu (d: 1870, İstanbul - ö: 1927, İstanbul)
İlk Yayınlanışı: Tasvîr-i Efkâr gazetesinde, 3 Mart – 13 Nisan 1920 tarihleri arasında 33 tefrika(yayın dizisi) şeklinde yayınlanmıştır. Romanın kitap halinde ve yeni harflerle ilk baskısı, Dr. Fethi Tevetoğlu'nun “Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet” adıyla yayınladığı çalışmasıdır(1951). 2. Baskı ise yine Dr. Fethi Tevetoğlu'nun hazırladığı “Gönül Hanım” isimli tam metindir (Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1971). Kitap, Ankara'da 1987 yılında bir baskı daha yapmıştır. Bugüne kadar farklı yayınevleri kitabı yayınladı.

Kitabın başkahramanı Üsteğmen Mehmet Tolun, Osmanlı – Rus savaşlarında düşmana esir düşmüştür ve Sibirya'ya sürgüne yollanır. Orada Tatar tüccar Ali Bahadır Kaplanof ve kızkardeşi Gönül Kaplanof'la tanışacaktır. Bu üçlü, kadim Türk diyarına yani Orhun Vadisi'ne, Göktürk Kitabeleri'nin olduğu topraklara seyahat etmek için birleşir. Aralarına, yine Ruslara esir düşmüş bir Macar asilzadesi olan Kont Bela Zichy'nin de katılmasıyla, ekibin adının “Gönül Hanım Sefer Heyeti” olmasına karar verilir.

Bu dört Türk, Sibirya'dan Moğol topraklarına uzanan bir dizi macera yaşayacaktır. Yazar Ahmed Hikmet Turancılık hisleriyle yazılmış bu romanında, yer yer roman tekniğini unutarak tarih dersi vermeye de çalışıyor. Buna rağmen kitap okuyucuyu sürüklüyor.

Yazar, Türk milliyetçiliğini başkahraman Mehmet Tolun'un karakterinde ete kemiğe büründürmüş adeta. Gönül Hanım ise çekik gözleriyle, tombul ve hafif çilli yanaklarıyla, kumral saçlarıyla okuyanlar üzerinde gerçek bir Turan kızı imajı yaratıyor. Üsteğmen Mehmet, Osmanlı ve Müslüman kimliğiyle doğulu Türk'ü; Kont Bela Zichy ise Hristiyan inanışı ve Avrupalı karakteriyle batılı Türk'ü temsil etmiştir. Yazar Ahmed Hikmet din ayırt etmeksizin, bütün Turan kavimlerini romanında tek çatı altına almış görünmektedir.


Ahmed Hikmet Bey, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin gibi asil Türk milliyetçisi kadronun yetiştiği bir dönemde yaşamış, eserlerini bu ideal doğrultusunda kaleme almıştır. Yazarının edebiyatçı ve fikir adamı hüviyeti unutulmadan okunduğunda Gönül Hanım romanı, Türkçü-Turancı roman anlayışının ilk örneklerinden biri olarak durmaktadır ve önemlidir.


28 Ocak 2015 Çarşamba

Büyük Kazak Göçü - Godfrey Lias



Kitabın Özgün Adı: Kazak Exodus (Londra, 1956)
Yazar: Godfrey Lias
Türkçe'deki İsimler: Göç, Büyük Kazak Göçü (Farklı yayınevlerinden iki isimle de yayınlanmış)
Yayınevi: Boğaziçi Yayınları
Yayın Yılı-Yeri: 1992-İstanbul, 4. Baskı (1. Baskı: 1973)
Türkçe'ye Çeviren: Mehmet Çağrı

Doğu Türkistan... Türklerin ata yurdu. Kitapta her ne kadar Kazak Türkleri ve onların çektiği çileler anlatılıyorsa da aslında yaşananlar bütün Türklerin ortak kaderiydi. Çin'in, Çarlık Rusya'nın ve en sonunda da Sovyet yönetiminin amansız istilaları ve baskıları... 200 yılı aşan bir istila ve asimilasyon oyununun son perdesi; işte bu kitapta anlatılanlar.

Godfey Lias, asker kökenli bir İngiliz yazar, gazeteci, tarih araştırmacısı. “İngiliz İmparatorluk Onur Nişanı” (OBE) almış bir gazi. Türkiye'ye, Manisa'nın Salihli ilçesine yerleşen Kazak göçmenlerle görüşüp röportaj yapmaya geldi. Röportajlarından ve izlenimlerinden edindiği bilgileri de 1956'da yayınladı.

Kitap, tarihi belgelere dayansa da roman havasıyla yazılmış. Kazakların ve genel olarak Doğu Türkistan'daki Türk gruplarının yaşayışları, işgal altındaki siyasi durumları anlatılmış. Sonra Böke Batur, Osman Batur gibi Kazak liderlerin önce işgalci Çinlilere, sonra Komünist Sovyet yönetimine karşı verdikleri gerilla tarzı mücadele anlatılmış.

Lias, bizzat Alibek Hakim (Manisa, Salihli), Hüseyin Teyci (Kayseri, Develi), Karamulla ve Uşar Hamza gibi Kazak göçmenlerle görüşerek onların anılarından yararlanmıştır. Tarihi ve coğrafi bazı eksikler ve hatalar ise çevirmen Mehmet Çağrı tarafından dipnotlarda düzeltilmiştir.

Ata yurtları Altaylar ve Tanrı Dağları yamaçlarında yüzyıllardır olduğu gibi yaşayan Kazaklar, göçebe geleneklerini koruyorlardı. Ta ki önce Milliyetçi Çin Hükümeti'nin, sonra Komünist Rusya'nın ve en sonunda Komünist Rusya'dan destek bulan Kızıl Çinlilerin yurtlarına saldırmasına kadar. Kazaklar yıllarca dayanabildikleri kadar dayanmış, kadını ve çocuğuyla savaş vermişler. En sonunda Hüseyin Teyci'nin yazara dediği gibi: “Bir hayvan gibi yaşamaktansa ölmek daha iyidir” demişler ve ata yurtlarından göç etmişlerdir.

Kazakların en kalabalık kafilesi, asıl bölgeleri olan Manas ve Altaylar yöresinden binlerce insan ve hayvanla güneydeki Gezköl (Gez Göl) bölgesine göçmüştü. Kazaklar, genç, yaşlı, kadın, çocuk, binlerce kişiyle Taklamakan Çölü'nü aşmış, Himalayalar'ı tırmanmıştır. 3-4 bin kişiyle çıkılan macerada hayatta ancak çok azı kalabilmiştir. Açlıktan, susuzluktan, yorgunluktan ölenler olduğu gibi; kafileyi ve artçı kafileleri takip eden Komünistlerin ve düşman Tibetli yerlilerin saldırılarına karşı da savaşmışlardır. Kadınlar ve çocuklar da savaşa katılmış, yüzlerce kişi kahramanca dağlarda, çöllerde can vermiştir.

18 Ağustos 1951'de başlayan Kazak göçü, tam altı buçuk ay sürmüştür. Hindistan sınırına varıp kurtulan o Kazaklar bugün Türkiye'de yaşamaktadır. Onların bu kahramanca, Türk'e yakışır mücadelelerini okumak için geç kalınmamalıdır. İnsanı yer yer gururlandıran, yer yer hüzünlendiren ve gözlerini yaşartan bir modern çağ destanı: Büyük Kazak Göçü...

* * *

Kitaptan seçtiğim bazı parçalar:

“Kötü bir maksat için tuzak kuran, o tuzağa erkekliğini kaptırır. Şerefsizliği kabul ederek bir köle gibi yaşamaktansa, dövüşte vurulmak veya susuz çöllerde ölmek daha iyi değil mi?”
(Kazak önderi Kine Sarı)

“Bir gün, biz kafirleri yine çöllerin öbür tarafına atacağız. Sayıları, Taklamakan Çölü'ndeki kum taneleri kadar olsa bile...”
(Kazak savaşçı Böke Batur)

“Ben ölürüm, ama dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecektir”
(Kazak önder Osman Batur Komünistler tarafından yakalanınca böyle bağırmıştır)

“Yükseklik ve sisler, özel bir hastalığa yol açıyordu. Kazaklar, adını bilmedikleri için, buna tutuk-is adını taktılar. Sis şişkinliği gibi bir anlama geliyordu. Hastalığa yakalananların midesi birdenbire şişiyor ve burnundan bol miktarda kan geliyordu. (...) Ama hastalığa karşı hiçbir ilaç bilmiyorlardı. Kafile içinde tutuk-isten ölenlerin sayısı, yolda komünist kurşunlarından ölenlerin sayısını aştı. Ali Beğ'in kalan 6 çocuğundan 5'i bu hastalıktan öldü.”
(Kazaklar, Himalaya Dağları'nı geçerken bu hastalık yüzünden çok ölümler olmuş)


Osman Batur (ortada) ve onunla görüşmeye gelen komünist delegeler (Kumul şehri, 1949)

Kaynak Siteler: